Anton Çehov

17 Ocak 1860 tarihinde, Azak Denizi kıyısındaki devrinin önemli limanlarından ve ticaret merkezlerinden olan Taganrog kasabasında doğdu. Babası Pavel Yegoroviç Çehov, küçük yaşlarından itibaren ticaretle ilgilenmesinin sonucu olarak bir bakkal dükkânı sahibi idi. Aile yaşantısında son derece baskıcı bir tutuma sahipti; çocuklarının düşüncelerine pek önem vermez, her birinin hayatını kendi koyduğu kurallar dâhilinde yönlendirirdi. Büyük yazar Anton Çehov da o zamanlar babasının katı kuralları altında geçen bir eğitim hayatının içerisinde yer aldı. 

Çocukluk yılları mutsuz bir ortamda geçti. Yazarın, ilerleyen yıllarda otobiyografi türüne karşı olumsuz bir tutum sergilemesinin nedeni de buna bağlandı. Otobiyografiye karşı geliştirdiği tutumu, şu sözlerle dile getirdi: “Otobiyografi mi? Bende otobiyografifobi hastalığı var. Ayrıntılarla kendini okumak, hele hele bunu basmak için yazmak, benim için gerçek bir acıdır.”

Baba Pavel Yegoroviç Çehov, her ne kadar titiz ve sert bir tavra sahip olsa da sanatla da yakından ilgiliydi. Fazlasıyla dindardı ve kilise korosunda idari bir görevi vardı. Çocuklarını da kilise korosuna yazdırdı, temel amacı onlara da zoraki bir şekilde din anlayışı kazandırmaktı. Anton Çehov’un da içlerinde bulunduğu kardeşler; henüz şafak sökmeden kalkar, muhakkak kiliseye giderek ibadet ederlerdi. Tüm bu zorunda bırakılmalar, Anton Çehov’un o zamanki küçük dünyasını derinden etkiledi. Çocuklar, kendilerini birer mahkûm gibi hissediyordu.

Anton Çehov için çocuk olmak, dayak yemek ve dinî baskıya maruz kalmaktan ibaretti. Bu durumu öyle benimsedi ki bir arkadaşının, evinde hiç dayak yemediğini söylemesinin yalan olduğunu düşündü. Gördüğü tüm şiddetin kendisinin eğitimi için gerekli olduğuna inandı ve eğitimin dayakla olması gerektiğini savundu. Geçtiği eğitimden âdeta gurur duyuyordu. Lakin babasının yoğun din baskısı, ters bir etki yaptı ve çocuklar tam aksi yönde bir din anlayışı geliştirdi. 

Taganrog kasabası, hayatında büyük bir yere sahipti lakin çocukluk yıllarından itibaren buraya ait olmadığını bilmekteydi. Yoksul ve geri kalmış insanların yaşadığı bu kasabada, içgüdüsel bir şekilde kurtarılma umudunu taşıyarak yaşadı. İlerleyen yıllarda da bu kurtuluş hayalini hayata geçirdi. 

Yaşamın yükü küçük yaşlarından itibaren omuzlarına bindi. Bir taraftan okula giderken bir taraftan da babasının dükkânının işlerini üstlendi. Oldukça soğuk havalarda bile tek başına dükkânda durup derslerini orada yapmaya çalıştı. Babası ise oğlunu yalnız bırakacak kadar katı ve vurdumduymaz bir mizaca sahipti. Dükkâna gelen müşteriler, alkolün etkisiyle açık seçik espiriler yaparlar ve Çehov da küçük yaşında bunlara tanık olurdu. Lakin babası için önemli olan tek şey, ticaret ve para kazanmaktı. 

Bakkallıktan dilediği kazanamayan Pavel Yegoroviç Çehov, çocuklarının daha üst düzey beceriler edinmeleri gerektiğine karar verdi ve oğullarından ikisini ticaret dilini öğrenebilecekleri bir Yunan okuluna gönderdi. Anton Çehov, dilediği parlak günlere lise hayatında da kavuşamadı. Öğretmenlerin kabalıklarına karşı derin öfke duydu. Baba Çehov, bu yıllarda Anton’a müzik dersleri aldırdı lakin istediği başarıyı yakalayamayınca dikiş atölyesine göndermeye başladı. Anton Çehov; bakkal dükkânı, lise, dikiş dersleri ve kilise baskısı altında ezilmiş bir çocuktu.

Henüz küçük bir çocukken, kendisine ayırabildiği boş vakitlerde mezarlıklara giderdi. Mezarlıklar, onun için duygularını ölüm üzerine yoğunlaştırma ve iki farklı dünyayı sorgulama mekânıydı.

1873 yılında, henüz on üç yaşındayken tiyatro ile tanıştı. Ünlü bir Fransız bestecisi olan Offenbach’ın “Güzel Helena” adlı komik operasının yazarın üzerinde yarattığı derin etki, hayatının ileriki dönemlerinde kendisine baska bir edebî sahne açmasına neden oldu. Tiyatro, ona yaşadığı mutsuz hayatını bir nebze de olsa unutturdu. 

Anton Çehov’un hayatında annesi Yevgeniya Yakovlevna’nın yeri oldukça büyüktü. Babalarının despot yönetimi altında o da ezildi, çaresizdi lakin annesi anılarında daima sevgi dolu bir şekilde yer aldı. Çehov, annesinin kendisine anlattığı öykülerle büyüdü. Sonraki yıllarda yazar, sanat ruhunun kendisine ve kardeşlerine annesi tarafından aşılandığını dile getirdi zira Anton ve Aleksandr yazar, Mariya ve Nikolay ressam, İvan da pedagog oldu.

Geçim sıkıntıları nedeniyle on altı yaşındayken özel dersler vermeye başladı. Bu yıllarda şakacı tavrını, mutsuzluğuna ve zorlu yaşam koşullarına karşı bir kalkan olarak kullandı. Yoksulluk ve sefalet içinde geçen günler ailesinin dağılmasına neden oldu, babasının ve ağabeyinin uzakta çalışıyor olması da evin tüm yükünü Anton’un üzerine yıktı. Çok çalıştı, kardeşlerinin okullarına devam etmelerini sağladı; kendisi de Moskova Üniversitesi Tıp Fakültesine yazıldı. Lakin buradaki siyasi hareketler, onu hayal kırıklığına uğrattı. Onun için bilim ön plandaydı, bu sebeple siyasete karışmamaya çalıştı.

Henüz okul yıllarındayken mizah dergilerine yazılar gönderdi, yazın dünyasıyla ilk yakın teması da “Strekoza” adlı dergiden gelen cevapla gerçekleşti. İlk yazısı, 1880 yılında burada yayımlandı ve yazın çalışmalarına ara vermeden devam etti. Yazar, öykülerinde yer verdiği mizahı eğlendirirken düşündürme aracı olarak kullandı.  Onun için her şey öykünün konusu olabilirdi. Gelişmiş gözlem yeteneği ona, öykü yazmadaki ustalığını ve kaleminin işlekliğini kazandırdı. 

1884 yılında Tıp Fakültesinden mezun oldu. Bu yıllarda verem hastalığına yakalandı lakin çalışması gerektiği için tedavisiyle yakından ilgilenmedi. Tıp eğitimi, edebî hayatını birçok yönden olumlu etkiledi. Tıp ve edebiyat, onun iki tutkusu sayıldı ve yazar, bu iki tutkusunu bizzat şöyle dile getirdi: “Tıp benim yasal karım, edebiyat ise sevgilim. Biri yetmediğinde geceyi diğeriyle geçiriyorum. (…) Tıp olmazsa vaktimi, düşüncelerimi edebiyata adayamam.”

Kısa öykü yazma yeteneği, gazete köşesinde kendisine ayrılan yüz-yüz elli kelimelik sınırlara ayak uydurabilme çabası içerisinde gelişti. Yazın hayatı zamanla daha da ilerledi ve 1885 yılına geldiğinde ilk kez kendi adıyla yazılar yayımlamaya başladı. Yazıları, edebiyat çevrelerinin ilgisini çekti. Birçok ünlü yazar, kendisini yüreklendirdi. 

İlk öyküleri, para kazanma kaygısıyla yazılmış mizahi ve ironik eserlerdi. 1886 yılında, olgunluk çağının başlangıcı sayılan “Renkli Öyküler” adlı ikinci öykü kitabını yayımladı. Daha sonra kaleme aldığı “Alacakaranlıkta” adlı derlemesi 1888 yılında Bilimler Akademisi tarafından “Puşkin” ödülüne layık görüldü. Bu derleme, Rus edebiyatına sanatsal bir yenilik kazandırdı. 

Zaman geçtikçe edebî hayatındaki eser sayısı azalmaya ve yazın anlayışı değişmeye başladı. Bu süreçte ilk uzun öykü örneklerini verdi. 

1880’lerin sonuna doğru kardeşi Nikolay’ı kaybetmesi ve eserleri üzerine yapılan sert eleştirilerden dolayı psilojik bunalıma girdi, 1890 yılında Sahalin Adası’na gitti. Bu yolculuk sırasında birçok insan tanıdı; Moskova çevresi, Peterburg, güney kesimler, Kafkaslar, Kırım, Ukrayna gibi birçok memlekette yaşama imkânı buldu. Bir sürgün yeri olan Sahalin, yazar için hayatın diğer yüzüyle tanışma anlamına geldi. Kadınların, çocukların ve mahkûmların acı dolu yaşamlarına tanık oldu; bu kişilerle ilgili dokümanlar topladı. Orada geçen günlerini şu şekilde ifade etti: “Her gün sabahın beşinde kalkıyor, geç saatte yatıyordum. Her yeri gezdim, her izbeye uğradım ve herkesle konuştum. Yaklaşık on binlerce insanı kaydettim. Bir başka deyişle, Sahalin’de benimle konuşmayan tek bir mahkûm ya da yerleşim yeri kalmadı.” Tüm bu tanık olduklarından yola çıkarak kaleme aldığı “Sahalin Adası” adlı eseri, tarihî bir belgesel niteliği taşıdı. 

1891 yılında Moskova’ya elli verst uzaklıkta olan Melihovo’dan toprak satın aldı ve ailesiyle birlikte oraya yerleşti. Bu dönem, yazın hayatı açısından oldukça verimli geçti. Burada ailesiyle birlikte mutlu günler geçirdi. Köylülerin işleriyle ilgilendi; okul yapımı, kolera salgını, hastaların ücretsiz tedavisi gibi daha birçok konuyla yakından ilgilendi. Halkın sağlığı ve aydınlanması, onun yegâne hedefleri oldu. Yeni yolların yapımı ve çizimiyle ilgilendi, hastane ve okulların açılmasına öncülük etti. Melihovo döneminde kendisini bütünüyle halka adadı. 

Doğal olarak 1890’lı yıllarda kaleme aldığı eserlerinde toplumsal konulara yöneldi, insanın ve toplumun yozlaşmasına ışık tutmayı hedefledi. 

1897 yılında verem hastalığının ilerlemesinden dolayı Melihovo’daki malikânesi satarak iklim koşullarının daha iyi olduğu Yalta’ya taşındı. Bu dönemde öykü yazarlığının yanı sıra oyun yazarlığına da yöneldi. Yalta’da geçirdiği süre boyunca sıklıkla Lev Tolstoy’la karşılaştı. 

1901 yılında Olga Leonardovna Knipper’le evlendi ancak sağlık sorunları nedeniyle eşinden ayrı kaldı. Evlilik üzerine beyan ettiği düşünceleri ise şu şekildeydi: “Evlenirim ama şu şartla: Her şey bugüne kadar olduğu gibi kalacak, yani o Moskova’da, ben köyde yaşayacağım, ona gidip geleceğim. (…) Bana gökyüzündeki ay gibi her gün görünen bir kadın vermezseniz, söz veriyorum çok harika bir eş olacağım.”

Anton Çehov, hastalığının gittikçe kötüleşmesi üzerine 2 Temmuz 1904 tarihinde hayata veda etti. Cenazesini Petersburg’da, çiçekler ve taçlar eşliğinde binlerce insanın bulunduğu bir kalabalık karşıladı. Cenazesi Moskova’ya getirildi ve Yalta’daki evi bir müze hâline dönüştürüldü.

Kaynak: Emel Uğurlutan, Anton Pavloviç Çehov’un Uzun Öyküleri, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2009.

https://www.elipskitap.com.tr/urun/hikayelerr/

https://www.elipskitap.com.tr/urun/kadin-kalbi/